Eunoia

Daha önce hissetmediğim bişey bu. Tam olarak tanımlayamıyorum ama sanki karanlıkta dans etmek gibi. Hayatımda her şey yolunda. Gitmek istediğim yönü biliyorum. Ne istediğimi biliyorum. Ne istemiyorum, onu da biliyorum. Seneler sonrasını hayal ettiğimde kendimi nerede görmek istediğimi biliyorum. Bunun için neler yapmam gerekiyor, biliyorum. Bunun için neler yapmam gerekiyor, yapıyorum. Yapmam gerekenleri gerçekten isteyerek, gerçekten hissederek yapıyorum. Yaşadığım hayatı gerçekten seviyorum. Yaşadığım hayatta her şey yolunda. Neredeyse her şey yolunda. Yani demek istediğim şöyle ki; karanlıkta dans ediyorum, attığım adımlardan emin, sergilediğim gösteriye sonuna kadar güveniyorum, tek eksiğim ise sadece “biraz ışık”. Görülmek istiyorum.

Sanki, sanki bugüne kadar ki tüm “sevgi” ezberlerimi sonsuza dek değiştiriyorum. Kalbimde hissettiğim şey sevgi, eminim bundan. Çok tanıdık, biliyorum onu ama aynı zamanda çok farklı. Biraz kabullenilmişlik var içinde kendime sunduğum aşkla karışık ama kesinlikle bunun adı sevgi, saf bir sevgi. Geçmişe dönüp baktığımda, sevgiyi acıyla tanımlamıştım bugüne dek ben, sevip sevilmemenin çocuksu isyanıyla. “Ama öğretmenim ben onunla oynamak istiyorum ama o benimle değil başkalarıyla oynuyor ama ben diğerlerini istemiyorum.” Diyen bir çocuğun isyanı gibi. Hep bir ötelenmişlik, hep bir istenmezlik. Şimdi ise küsüp kaçmamayı öğrenmiş bir çocuğum ben. Kendi hayallerinin, kendi düşlerinin, kendi dünyasının sonsuzluğunun farkına varmış bir çocuk. Başkalarının oyunlarında kendi için bir rol yaratmaya çalışmak yerine kendi oyununu kurmaya başlayan bir çocuk. Aslına bakarsan, çocuk bu sonuçta, böyle bir olgunluk beklemek adil mi, pek emin değilim. Bu açıdan baktığımda içimdeki çocuğun böyle olgun davranmaya başlamasından korkmuyor da değilim. Yine de her şeye rağmen, çocuğu büyük başarı kazanmış bir ebeveyn gibiyim.

Önünü göremezken emin adımlarla ilerlemek, bugüne kadar öğrendiğim ne varsa hepsini bir arada sergilemek, ilerlediğim bu yolda yalnızca kendime inanmak, güvenmek, geçmiş yaşantıların hissettirdiklerini, geleceğin bilinmezliğini düşünmeden, yalnızca şu an içinde bulunduğum hislerin, aşkın, sevginin, mutluluk halinin keyfini sürmek… Yalnızlık ve hatta daha da ötesinde bu kalabalık yalnızlık, bugüne kadar zannettiğimin tam aksi bir şeymiş aslında. Sevgi yalnızca benimle ilgiliymiş, bugüne kadar hayatıma giren ve benimle aynı duyguları paylaşmayan insanlara karşı tüm öfkem boşuna ve biraz onlara, biraz da kendime haksızlıkmış aslında. Tamamen dürtüsel bir çaresizlik. Henüz küçücük bir bebekken hayatta kalmamız bile buna bağlı değil mi zaten? Karşımızdaki insandan sevgi görebilmek. Sevgi göremediğimiz noktada belki biraz merhamet. Belki biraz acınma duygusu. Başka bir türlü mümkün olabilir mi bir bebeğin hayata tutunabilmesi? Peki ya, hayatımız boyunca tekrar ettiğimiz bu benzer örüntü? Benzer beklentiler, benzer hisler, benzer umutlar ve benzer çaresizlik ile verdiğimiz sevgiye aradığımız karşılık? Bulamadığımızda karşımızdaki insanın merhametini suiistimal edip kendimizi acındırarak elimizde tutmaya çalışma içgüdüsü? Sanki hala küçük bir bebekmişiz gibi, sanki yaşamımız hala buna bağlıymış gibi. Şu an hissettiğim şey ise sevginin bunun çok üzerinde olduğu, bugüne kadar ki tüm “sevgi” ezberlerimin sonsuza dek yok olduğu. Kalbimde hissettiğim şey sevgi, eminim bundan. Çok tanıdık, biliyorum onu ama aynı zamanda çok farklı. Biraz kabullenilmişlik var içinde, kendime sunduğum aşkla karışık ama kesinlikle bunun adı sevgi, saf bir sevgi.

Bu öyle bir şey ki; severken kendimden parça parça eksiliyormuşum gibi hissetmiyorum, aksine günbegün çoğalıyorum. Bu sevgi beni eksiltmiyor ki sevdiğim insanlardan alacağım bir karşılığa ihtiyaç duyayım. Çünkü eskiden tam olarak böyle hissederdim. Tüm insanlar birer yapbozdu benim için. Birini sevmek ise kendinden bir parçayı ona vermek gibiydi ve o boşluğun doldurulması için bi parça da karşı taraftan gelmeliydi. İşte bugüne kadar sevgi üzerine olan ezberlerim tam da bu noktadan değişti. Sevgi eksiltmezmiş insanı ve kendi eksiklerimizi bir başkasını eksilterek tamamlamaya, ondan böyle bir fedakarlık beklemeye de hiç gerek yokmuş aslında. Sevgi seni öylesine büyütüyor, öylesine çoğaltıyor, güçlendiriyor ve dinlendiriyormuş ki onu paylaşmakla küçülmeyeceğini, eksilmeyeceğini, zayıflamayacağını ve adeta bir savaştaymışçasına yorulmayacağını farkına varıyormuş insan. Kim bilir, belki de birini ya da bir şeyi çok sevdiğimizde onu herkese, her şeye, camdaki çiçeğe, duvardaki saate, akvaryumdaki balığa, manavdaki amcaya, camdaki komşu teyzeye bile anlatma isteğimiz bu yüzdendir? Bu sevgi bizi öylesine çoğaltıyordur ki zaman zaman kendi içimizden taşıyoruzdur belki de.

Hay aksi! Son zamanlarda hissetmeye başladığım, hala son derece yabancı olduğum ama keşfetmekten bir o kadar keyif aldığım bu yeni duyguya -evet, sevginin bu hali benim için neredeyse yepyeni bir duygu-, bu duyguyu tanımlamaya o kadar kaptırmışım ki kendimi önemli bir noktayı atlamışım sanırım. Duygularımızın arasına sızmış olan ufacık bir art niyet, kötülük, bencillik, kıskançlık, kibir, öfke, korku -her ne kadar insani duygular olsalar ve ara sıra hissedilmeyi talep etseler de- biz bu sızıntının farkında olmadığımızda tüm o büyük sevgiyi zehirliyor. Bu zehri bazen biz yaratıyoruz, bazen bir başkası ve hatta bazen bu sevgiyi beslediğimiz kişi ama bildiğimiz şu ki sevginin bu saf halinin yaşamak, bu duyguları yönetebilme kabiliyetini şart koşuyor. Burada kilit nokta sanırım bu duyguları hissettiğimde onların farkına varmak. Onlarla savaşmak ve onları hissettiğim için kendimi suçlamak yerine anlamaya çalışmak. Yani aslında, anlamsız ve faydasız bi çabayla onları engellemeyi ve varlıklarını reddetmeyi denemek yerine, düzenlemeyi öğrenmek. Sevgiyi acıyla tanımladığım, severken hep eksildiğimi hissettiğim, bu yüzden hep bir karşılık beklediğim, bulamadığımda hem kendime acıyıp hem acındırdığım dönemlerden bugüne gelirken -ki çok uzun bir süreymiş gibi bahsettiğime bakmayın 1 sene bile olmadı daha- en çok zorlandığım konu tam da bu oldu sanırım: kendimle, hissettiklerimle savaşmak yerine kendimi anlamaya çalışmak.

Benim için ise dönüm noktası şu oldu: Bir adam var, seneler önce hayatımın çok güzel bir ayını paylaştığım, bana harika şeyler katan, çok sevdiğim bir insan. Ama sanırım birbirimizin hayatındaki rolümüz sona ermişti artık, bitmesi gereken bir ilişkiydi ve bitti. Zaman ona karşı tüm romantik duygularımı alıp götürse de sevgimden hiçbir şey eksiltmedi. Onun hayatında ise son senelerde başka bir kadın var. Birkaç ortak ders ve saçma dedikodular dışında  -ki çoğunun gerçekten saçmalık olduğunu bilecek kadar zaman geçirdim orada- onu doğru düzgün tanımasam da hakkında kötü hiçbir şey düşünmüyorum ya da hissetmiyorum, iyi bir insan olduğunu umuyorum ve birlikte mutlu olmalarını tüm kalbimle temenni ediyorum aslında ama… Tüm sorun bu “ama” da başlıyor işte. Birlikte mutlu oldukları anları, fotoğrafları gördüğümde içimde hissettiğim yapış yapış karamsarlık… Bu hissi tam tanımlayamıyorum ama en yakın haliyle bencilce bir kıskançlık diyebilirim sanırım. “Hayır!” diyorum kendime, “Sen birinin, üstelikte bu kadar değer verdiğin birinin mutluluğundan mutsuz olacak kadar bencil olamazsın! Senelerce yalnız ve mutsuz olması mıydı yani isteğin, öyle olsa mutlu mu olacaktın? Gerçekten iğrenç bi insansın!” Kendime kızdıkça yine kendime saldırıyor sonra bu saldırganlığıma üzülen kendime yine kendim acıyordum. Bitmeyen bir döngüydü ve bitmeyecekmiş gibi hissettiren. Sonra bir gün -ilahi işaretlere inanır mısın? – yıllar sonra yeniden izlediğim bir oyun, bir tiyatro oyununda ufacık bir kesit aklımın içinde kendimle verdiğim tüm o savaşın sonunu getirdi:

Yine gerçekle hayallerini birbirine karıştırıyorsun. Ortada kılıç yok, kan yok, çarpışma yok. Ortada iki insan var. Bir arada yaşamayı beceremeyen iki insan. Bırak şimdi yanımda bir herif görürsen ne yaparsını? Bırak bir kadın görürsem ne yaparımı? O sırada halen hayatımı düzene sokamamışsam, halen ne yapacağımı bilmiyorsam, halen yalnızlığıma bir çare bulamamışsam, halen geceleri ağlıyorsam, senin yanında birini görünce içim burkulur, üzülürüm, ne yapacağımı bilemem. “Hata mı ettim acaba?” diye düşünürüm, kıskanırım. Eğer o sırada mutluysam, aşıksam, dünya gözüme güzel görünüyorsa yanındaki kadın hiç etkilemez beni. Senin adına sevinirim. “Umarım iyi bir insandır”, “Umarım mutludur” derim. Hepsi bu. Sen de böyle yaparsın. İyiysen yanımdaki herifin pipisinin eniyle boyuyla uğraşmazsın. Sen de benim mutlu olmamı dilersin. Hepsi bu.  

Herkesin Bildiği Sırlar

Hepsi buydu işte… Sorun onun benden sonra birini sevmiş olması değildi.Uzun zamandır birlikte olmaları, yanındaki kadının nasıl biri olduğu, benim ona karşı hala romantik bir hissiyatımın olup olmaması, bunların hiçbiri değildi sorun. Sorun benim mutsuz olmamdı. Sorun benim ondan tamamen bağımsız bir şekilde çok uzun zamandır mutsuz olmamdı. Devamlı etrafta sevgiyi arayıp kimi zaman dilenmem, bulamadığımda daha çok hırçınlaşarak daha çok mutsuz olmamdı sorun. O karelerde sahip olmadığım mutluluğu ve sevgiyi görmek, hiçbir zaman oyuncağı olmamış ve olamayacak bir çocuğun oyuncak mağazasının vitrinine, içeride oyuncak seçen çocuklara bakarken hissedebileceğine benzer bir öfke uyandırıyordu içimde. Daha sonraları aynı duyguları daha düşük şiddetlerde de olsa farklı zamanlarda da hissettiğimi fark ettim, mutluluk ve sevginin paylaşıldığı anları gördüğüm zamanlarda… En tehlikeli nokta da burası sanırım, çünkü bu keşif insanı çok daha büyük bi karamsarlığa sürüklüyor. Eskiden öfkeye tutunmak, hissettiklerin için başkalarını suçlamak hiç olmazsa bir kaçış yolu oluyordu. O an ise gerçeği çok net görüyorum. Hayat akışında devam ediyor. İnsanlar kendi hayatlarına, kendi hallerinde devam ediyor. Benim kafamın içinde verdiğim savaştan haberleri bile yok. Benim mutsuzluğumda en ufak bi suçları bile yok. Hatta bilseler muhtemelen durumuma üzülürler bile. Bense burada kendi kendime onlara karşı öfke duyuyorum. Bu gerçekliği algıladıktan sonra mutsuzluğu bir kader olarak kabullenme ve kendine acıma eğilimi, kendine acıdıkça ise kendine saygından günbegün uzaklaşmak çok baskın geliyor. Benimse “sevginin yeni halini” keşfim bu baskıya direnerek başlıyor.

O güne kadar kendime acıdığım, çaresiz, sevilmez ve değersiz hissettiğim, davranışlarım yüzünden kendimi yargıladığım, kendime öfkelendiğim tüm anları yeniden getiriyorum teker teker aklıma ve kendime bakıyorum o anlarda. Bu defa şefkat ve anlayışla, hatalarım için bahaneler uydurmaya çalışmadan ama kendimi boş yere de yargılamadan; hatalarımı, yanlışlarımı kabul ederek ama aynı zamanda üstesinden gelebildiğim onca şey için de kendimi tebrik ederek. Tabii, yıllarca neredeyse kronikleşmiş o mutsuzluk hali, içine çöreklenmiş kıskançlıklar, bencillikler bir anda kaybolmuyor ama bedenim o anda yaşadığım duruma bu duygularla karşılık verdiğinde elimden geldiğince kızmadan anlamaya çalışıyorum kendimi artık. Bazen bir süre kendime o biraz tatsız duyguyu yaşamak için izin veriyorum çünkü daha önce de söylediğim gibi, tüm duygular ister hissedilmeyi. Bu bir süre sonrasında sorguluyorum, bu olumsuz hislerin var mı bir gerçekliği, işlevselliği ya da konunun çözümü için herhangi bir tavsiyesi? Eğer bir kişiyse bu hislere hedef olan, var mı konu hakkında bir bilgisi ya da iradesi? Ne kadar zehirliyor bu duygular beni ya da diğerlerini? Zamanla farklı olaylar karşısında farklı ve doğru sorular sormayı öğreniyorum sanırım ve sorulara dürüst cevaplar vermeyi, kendimi kayırmadan ama acımasız da olmadan, yalnızca dürüst cevaplar vermeyi.

Kimi zaman ise o içimize sığdıramadığımız muazzam sevginin sebebi ile aynıdır bu hislerin kaynağı. Bu daha zor sanırım; karşındaki insanın böyle bir sevgiye henüz hazır olmayışı. Çünkü kendi duygularını bilirsin, ne hissettiğini, neleri atlattığını, zayıflıklarını, güçlü yanlarını… Az çok bilebilir, en kötü ihtimalle keşfedebilirsin. Ama bir başkasının ne aklını ne kalbini okuyabilirsin. Geçmişte neler yaşadığını, bu yaşananların ona neler hissettirdiğini, bu hislerle baş edip edemediğini, kendini ne kadar iyileştirebildiğini ya da iyileştiremediğini, kendini korumak için nasıl yollar seçtiğini… O kişi buna izin vermeden bilemezsin bunların hiçbirini. Sevginin biraz muzır tarafı da burası işte, beklemiyor seni. Sen o insanı tanımaya çalışırken bir bakıyorsun ki taşmaya başlamış içinden. Böyle hallerde başka bir seçenek var mı bilmiyorum ama sınır koymayı sevmem ihtimallere, yaşadığım iki tanesinden bahsedeceğim ben sadece, gerisini kendinize uyarlamak sizde. Sevgi açlığı… Bugüne dek hep eksilerek sevmiş bu insanlar. Çok sevmiş, çok sevdikçe kendinden vermiş, o sevgiyi içinde ne kadar büyütürse büyütsün sevgiye aç olan bir başkası -bu kişi bi sevgili, arkadaş ve hatta bazen bir anne olabiliyor- tarafından hunharca tüketilmiş ve hatta belki de tam anlamıyla sömürülmüş, hırpalanmış bu insanlar günün birinde yorgun düşüyor, artık o sevgiyi üretemez hale geliyor. Zamanla eksilerek sevmeye başladıklarında ve günün birinde tükendiklerinde ise o hikayede yolun sonu geliyor. Dünya sevgiye aç olan bir insan daha kazanmış oluyor. Bu insanların düştüğü yanılgı ise şu; bir başkasının duygularını bencilce sömürerek kendinizi tamamlayamazsınız. Çünkü bu sevginin asıl sonsuzluğu saflığından geliyor, içine karıştırdığınız bencillik ve kibir ile aynı kalmasını umamazsınız. Ama açlık, kıtlık hissiyatı böyledir; bilincini, mantığını kaybeder insan kimi zaman. Tek düşündüğü kendini doyurabilmek haline gelir. Böyle insanlarla karşılaştığında şunu hatırla, senden yardım istemeyen birine yardım edemezsin ve hatta etmemelisin. Çünkü bazen insanların kendi başına halletmesi gereken şeyler, yaşayıp dersler çıkarması gereken durumlardır bunlar. O kişi önce kendi kendini iyileştirmelidir. Kozasından çıkmaya çalışan bir kelebek gibi. Kelebek kozasını yırtmak için kanatlarını içeriden ittirdikçe kanatları güçlenir ve uçmak için hazır hale gelir. Bizim vaktinden önce o kozayı kesmemiz ise o kelebeğe yardım değil ölüm getirir. Sevgi açlığı halinde bencilce senin sevginden beslenen insan da böyledir, sen ne kadar sevginle onu iyileştirmek de istesen bu günün sonunda hem sana hem ona zarar verir, günün sonunda senin sevgin tükenir, onunsa iyileşmesi gecikir. Çünkü bu onların tek başlarına vermeleri gereken bir derstir. Zorlukları yaşamak, kendi yaralarını iyileştirmek ya da belki de iyileştiremedikleri noktada artık yardım istemeyi, verilen yardımı suiistimal etmeden kabul etmeyi öğrenmek…  

Ve yine sevgi açlığı. Bu defa biraz daha farklı ama varacağı yer sanırım yine aynı. Biraz çekingenlik, biraz ürkeklik ama en önemlisi korku var içinde ve ilkinin aksine çok uzak bencilliğe. Sevgiyi unutmak, sevebilme yetisinden uzaklaşmak, hor kullanılmış bir sevgiyle kalakaldığı günden beri sevmekten korkmak, sunulan sevgiye karşılık verememekten korkmak, oldu ki karşılık verebilirse bile yeniden kullanılmaktan korkmak… Bu kadar korkunun olduğu yerde sevgi nasıl hayatta kalsın ki? Asıl mesele sanırım buradaki korkuyu onarmak. Çünkü o insan korku taşlarıyla sardıysa çevresini, ne kadar muazzam bir sevgi olursa olsun sendeki, onun o duvarın arkasına kabul edebildiği kadardır hissettiği. Paylaştığın sevgiyi sömürürcesine tüketmek şöyle dursun kabul etmeye bile çekinen bir insansa karşındaki, onun o duvarın ardından sana uzanmasını beklemek ya da vazgeçip kendi yoluna gitmek sanırım tek seçenek elindeki. O duvarı aşmaya kendisi karar vermeli. Ve eğer sen seçtiysen beklemeyi, göze almalısın bazen hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ve kim bilir belki de bitmeyecek olan süreyi. Ve gel gör ki sarmışken bedenini bu, onu herkese, her şeye, camdaki çiçeğe, duvardaki saate, akvaryumdaki balığa, manavdaki amcaya, camdaki komşu teyzeye bile anlatma isteği, kendi içinden taşacak kadar çoğaltmışken seni bu sevgi, karşı konulamaz derecede çekici geliyor o duvara bir gökyüzü çizip dibinde çiçekler yetiştirme fikri. Diğer taraftan ise her zaman aklının bir köşesinde olmalı işlerin istediğin gibi gitmeyebilme ihtimali. Onun o duvarı yıkmaya çalışırken altında kalma ihtimali, her zaman o güvenli bölgesinde sıkışıp kalma ya da belki de oradan kurtulsa bile özgürlüğün tadına varıp onunla paylaşmak istediğin sevgiyi yine de kabul etmeme ihtimali… Bu ihtimaller ve belki de daha aklıma gelmeyen yüzlercesi hala geçerli ve bunun için yargılanmamalı sevgililerin hiçbiri. Çünkü yazımın tamamında anlatmak istediğim gibi, hissettiğin sevgi yalnızca seninle ilgili. Kararın kalmak da olsa, kendi yolundan gitmek de kendin için güzelleştir yaşadığın yeri. Korkunç paranoyalara kapılmadan kaybetmek için birini ama aynı zamanda kabul ederek her sevginin karşılığı olmayabileceği ya da bir gün bitebileceği ihtimalini.

Ben bunca sayfa anlattım, anlattım ve anlattım kendi hikayemi ama yetiyor aslında anlamaya Nazım Hikmetin birkaç dizesi:

Seversin dünyayı doludizgin
Ama o bunun farkında değildir
Ayrılmak istemezsin dünyadan
Ama o senden ayrılacak
Yani sen elmayı seviyorsun diye
Elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık
Yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Hiçbir şey. Hiçbir şey kaybetmezdi. Bu şekilde düşünmeye başladığımdan beri yaşadığım hayatı gerçekten seviyorum. Yaşadığım hayatta her şey yolunda. Gitmek istediğim yönü biliyorum. Ne istediğimi biliyorum. Ne istemiyorum, onu da biliyorum. Seneler sonrasını hayal ettiğimde kendimi nerede görmek istediğimi biliyorum. Bunun için neler yapmam gerekiyor, biliyorum. Bunun için neler yapmam gerekiyor, yapıyorum. Yapmam gerekenleri gerçekten isteyerek, gerçekten hissederek yapıyorum. Kaynağı fark etmeksizin sahip olduğum o içimden taşan sevgiyi kendi hayatımı, kendi çevremi güzelleştirmek için kullanıyorum. O sevgiyi, beni tüketmeyecek, onu zehirlemeyecek insanlarla, hayvanlarla hatta belki eşyalarla; günümü ve hayatımı güzelleştirecek deneyimlerle paylaşıyorum. İçimde bir yerlerde zaman zaman hissedilmeyi bekleyen, biraz tatsız duyguların ona bulaşmasına izin vermemeye çalışıyorum.

Bu düşünceler yıllarca çalıştığım figürlerden ortaya çıkardığım bir dans gösterisi. Sahnede dans ediyorum, attığım adımlardan emin, sergilediğim gösteriye sonuna kadar güveniyorum, tek eksiğim ise sadece “biraz ışık”. Görülmek istiyorum.

A Suspended Moment in Time

This moment is arousing some pessimistic but also hopeful feelings in me. I am feeling that it is a cold and dark winter day. I am feeling coldness to my bones. I am walking through the streets. There is a smell of snow in the air, mixed with the smell of coal. I am taking a deep breath to feel that smell deeply. This smell combined with this dark and gloomy winter day feeds a little more of my despair. I am continuing to walk through the streets. To feel my wool coat rubbing my cheeks is getting harder and harder because the cold bites my face and gradually I am losing the feeling on my face. While my eyes crawl on the cracked grey walls, an unusually colourful voice is playing in my ear: Children’s voice. I am hesitating for just a second. But just a second later, I am realising a sense in my legs, they are fronting to the source of voice and then I am realising that my eyes also searching the source of voice. I am following the voice. On a cold, dark and gloomy winter’s day, the sound from a narrow street of grey, pale, and foggy city with grey and cracked concrete walls was like invisible but audible colours. I am following the colours and my eyes hang on to the source of this sound. Children. Four children. Four children playing around two metal pipes. Four children creating a playground out of two pipes that I don’t even understand why it’s there. However, they do not care why it was there anyway. They are just having fun. They are just happy. A little girl is smiling to me by reposing the cracked, grey wall. It’s like the little girl is posing for me. With this, I cannot suppress my inner desire to smile. Two of them are hanging down by holding on the pipes tightly, as if to prove how strong they are. Another is sitting fearlessly on the pipes. Gray skies, foggy and soulless city, life in ruined concrete… They don’t care about any of them. Hunger, unemployment, lovelessness … They don’t even know what these means. I wish they never learned. I am catching a metal smell, mixed with the smell of snow and coal in the air. You know the smell that remains in your hand, when you hold onto the pipes on the bus, just like that. An open wooden door at the back, worn concrete columns, a window covered with a thin tulle to not protect from cold… I hope none of these children live there. I get out of all these thoughts in my head with a cold wind blowing. I continue on my way, with crumbs of hope and happiness inside me as gifts from children, and a faint smile on my face.

Genel içinde yayınlandı

Kahramanın Yolculuğu

Bir yaz günü Joker ’in yolculuğu başladı. Önündeki yepyeni yolculuk için çok heyecanlı ve mutluydu. Tam arkasından doğmakta olan güneş onun şansıydı, önünü görebilmesi, tehlikeleri fark edebilmesi için ona ışık sağlıyordu. Ama Joker o kadar heyecanlıydı ki önünde onu bekleyen tehlikelerle ilgilenmiyor, sadece şansına ve yanında ona yoldaşlık eden iç güdülerine güveniyordu. Ama yol uzun ve tehlikelerle dolu, Joker ise çok toydu. Bu toyluğundan olsa gerek, hayatın kaynağını bulduğunu düşünecek kadar kendine güveni tam ve motivasyonu yüksekti. Ve evet, belki de gerçekten şanslıydı. En önemlisi, iki anne ve iki babayla çıkmıştı bu yolculuğa. İlk önce Büyücü ile tanıştı; ona gitmesi gereken yolu gösteren göksel babasıyla. Büyücü aklın ve dönüşümün ta kendisiydi ve sonsuz bilgi sahibiydi. Büyücü ona aklı bahşederek yeni bir boyuta geçmesini sağladı. Joker ’in artık bu yolculukta ona rehberlik edecek aklı ve fikirleri vardı. Sırada ona duyguları ve hisleri bahşedecek olan göksel annesi vardı; Azize. Azize bir anne şefkatiyle beklemeyi öğütledi ona, sabırlı olmayı. “Dur” dedi ona. “Bu yeni yolculuğun için heyecanlısın, biliyorum. Ama koşullar henüz uygun değil, şimdilik dur ve dinlen ve nereye gitmek istediğini düşün. Zamanı geldiğinde yeniden yola koyulabilirsin” dedi. Tıpkı bir bebeğin dünyaya gelmeden önce 9 ay anne karnında sabırla koşulların olgunlaşmasını beklemesi gibi bekledi Joker. Ve dünyevi annesi olan İmparatoriçe ’ye geldiğinde, tıpkı 9 aylık bekleyişten sonra dünyaya gelen bir bebek gibi dünyaya gözlerini açtı Joker. Doğmuştu. Önünde yepyeni bir hayat vardı. Daha sonra İmparator ile tanıştı; dünyevi babasıyla. Kendinden emin ve sert bir adamdı. Joker, İmparator’un onun üzerinde kurmak istediği iktidarı kısa sürede hissetti. Hayatı savaşlarda geçmiş bu adam deneyimleri gereği rekabetçi ve mücadeleciydi. Ama joker onu tanıdıkça onun biraz fevri, biraz kolay gaza gelen ve içgüdüsel bir insan olduğunu, onun da çocuksu yanları olduğunu fark edecekti. Biraz büyüdüğünde, Joker için artık eğitim alma zamanı gelmişti. Joker hayatında ilk kez ailesinden başka birini tanıdı; öğretmeni Aziz. Joker, Aziz’in yanına boşuna gelmemişti, hala çok toydu ve öğreneceği çok şey vardı. Aziz onu zorlayacak ve yolculuğuna devam etmeden önce öğrenmesi gerekenleri ona öğretecekti. Artık iyice büyüyen ve eğitimini alan Joker Aşıklar’a geldiğinde ilk kez cinselliği ve karşı cinse olan duygularını keşfetti. Kendisiyle fiziksel ve ruhsal anlamda harmoniyi yakalayan insanı bulmuştu Joker. Ve Araba’ya gelmeden önce bir karar vermesi gerekecekti: Gitmek mi, kalmak mı? Araba’ya geldiğinde artık kararını vermişti Joker; doğduğu şehri, köklerini terk etme zamanı gelmişti artık. Geçmişi geride bırakmış ve yeni maceralara tam olarak hazır hissediyordu kendini. Doğduğu şehri geride bırakırken, şehirle birlikte geride, geçmişte bıraktığı herkesten de bir şeyler almıştı yanına ona rehberlik etmesi için; Azize’deyken ona bir kararın eşiğinde olduğunu haber veren siyah ve beyaz iki sütun gibi, yine gideceği yola karar vermesi gerektiğini hatırlatan siyah ve beyaz iki kedi vardı yanında; Azize’nin ayağının dibinde ona karar vermeden önce bir durup düşünmesini, içine dönmesini söyleyen balzamik fazda ki ay ise şimdi onun omuzlarındaydı; dünyevi annesi İmparatoriçe, göksel annesiyle arasındaki bağı anlatan yıldızlı tacını vermişti ona; dünyevi babası İmparator ise zırhını. Artık uğurlanma vakti gelmişti. Joker hala fazla maceraperestti ve kendine çok güveniyordu, oysaki o dış görünüşünün hakkını verebilmek için yaşaması gereken henüz çok şey vardı. Güç kartına geldiğimizde, kahramanımız Joker hayatında ilk kez gücü elde etti. Evinden ayrıldıktan sonra birçok insanla tanışmış ve arkadaş olmuştu Joker. Tanıştığı ve arkadaşlık ettiği herkes ona biraz daha güç katıyordu ama Joker farkında değildi elde ettiği bu güç gün geçtikçe onu daha kibirli bir insan haline getiriyordu ve eğer böyle devam edip, kibirle arkadaşlarına hükmetmeye, onları küçük görmeye kalkarsa elindeki tüm gücü kaybedebilirdi. Joker burada deneye yanıla bazen çok büyük güçler elde etti bazen kaybetti. Belki de henüz daha Araba’dayken yanlış yolu seçmişti. Ermiş kartına geldiğimizde, Joker artık deneyimliydi ve deneyimleri ona daha temkinli olmasını söylüyordu. Hem, elde etmiş olduğu güçlerde artık onu manevi anlamda tatmin etmiyordu. Joker inzivaya çekildi. Şimdilik sabretmesi gerekiyordu ama tekrar yola koyulduğunda bugüne kadar öğrendikleri, elindeki Davut yıldızı gibi ona yol gösterecekti. Bu inziva dönemiyle birlikte kahramanımız ilk kez kadersel bir döngüye girdi; Kader Çarkı. Artık bu inziva dönemi bitmişti, şans onun da yüzüne gülecekti. Belki kendi kaderini kendi yazacak, belki de bir takım kadersel etkiler ile karşılaşıp bu kaderden güç alarak zorlukları aşacaktı ama en nihayetinde güzel ve keyifli bir dönüşüm onu bekliyordu. Bir sonraki kart olan Adalet’e geldiğinde, bu dönüşümün onun için bir hakkediş olduğunu görecekti. Burada ikili ilişkiler daha bir önem kazandı Joker’in hayatında ve tanıdı herkesi “Kim düşman, kim değil?”. Ya da belki de tanıdığını zannetti. Evet, belki de açık açık düşman olanlar ona ortadaydı ama peki ya gizli düşmanları? Bir sonraki kart olan Asılan Adam’a geldiğimizde Joker o kadar isli puslu bir ruh halindeydi ki gideceği yönü görmüyor, sadece hisleriyle hareket ediyordu. Belki de gizli düşmanları tarafından kurban ediliyor ama Joker gerçeği görmeyi reddediyordu. Bu yüzden de durumu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyor ve kadere teslim oluyordu. Joker çok fazla tevekkül ve teslimiyet içerisindeydi. Ama bu gidişat bir sonraki kart olan Ölüm ile birlikte değişecekti. Joker Pluto’nun dönüştürücü gücüyle adeta bir akrep gibi kabuğunu değiştirerek o puslu havadan sıyrılacaktı. Çünkü bu değişim sancılı bile olsa, Ölüm ile birlikte her şey değişmek zorundaydı. Direnmek gereksizdi. Bir sonraki kart olan dengeye geldiğimizde artık yeni benliği ile Joker yolcuğuna devam ediyordu. Bugüne kadar öğrendiklerini önüne açtı, alması gereken her şeyi aldı oradan ve öğrendiklerini hayatında kullanmaya başladı. Artık olaylara nasıl yaklaşması gerektiğini biliyor, gündelik bilgi ile derin düşünceyi dene dengeli bir şekilde hayatına uygulayabiliyordu. Şeytan’a gelindiğinde Joker manipülasyon ile karşılaştı. Bir yerlere gelmek, bir statü elde etmek için çabalarken bir anda kendi iradesinden vazgeçmiş olduğunu fark etti. Bunu gönüllü olarak mı yoksa birinin zoruyla mı yaptığını bile farkında değildi Joker. Yönetiliyordu. Ama bir sonraki kart Yıkılan Kule’ye geldiğinde bunun böyle gitmeyeceğini gördü. Bu düzen yıkılıyordu. Artık bu kulenin ne çatısı ne de zemini sağlamdı, yıkılmalıydı. Artık Joker’in geçmişte alışmış olduğu düzen yerini savaşa ve yıkıntıya bırakmıştı. Dünyevi babası İmparator iste tahttan düşmüş ardında bir kaos bırakmıştı. Ve bu kapkaranlık gecenin sonunda kafasını kaldırarak yıldızlara baktı Joker. Yıldızlar kartına gelmişti. Orada umudu gördü. Tüm maddi değerlerini kaybetmiş olmasına rağmen manevi değerlerini aldı üzerine ve yasını tuttu. Bir kez daha bir dönüşüm bekliyordu Joker’i ama bunun için gözyaşlarını dindirerek çaba sarf etmeli ve yıldızların ona yol göstermesine izin vermeliydi. Ve daha sonra Ay kartına geldi Joker ve gökyüzünde bir Ay doğdu. Hatta bir tutulmaydı bu! Tutulan dolunayın ışığı onun için tam anlamıyla bir aydınlanma olacaktı. Artık birçok şey daha netti. Ama bir dakika… Acaba bu aydınlanma onun hoşuna gidecek miydi? Bu süreçte birçok şeyin farkına vardı Joker, kendisinden saklanılanlar birer birer ortaya çıkıyor, bugüne kadar onu rahatsız etmeyen, paspas atlı ettiği her şey ise artık onun canını sıkmaya başlıyordu. Öteki taraftan ise Yıkılan Kule’nin yaraları sarılmaya başlanmış, şehir yeniden inşa ediliyor, yeni bir düzenin doğum sancıları gözleniyordu. Ve Güneş doğdu. Artık yepyeni bir sayfa açılıyordu Joker’in hayatında. Zafer kazanılmış, babası İmparator’dan boşalan tahta geçmişti artık joker. Şimdi bu zaferi büyütmek için adımlar atma vaktiydi. Kötü günler geride kalmış ve tıpkı Güneş’in yüz ifadesi gibi Joker’de de bir şeyleri başarmış olmanın mutluluğu ve dinginliği vardı. Ama mutlu sona varmadan önce Jokerin uğraması gereken son bir kart vardı: Mahkeme. Joker’e burada bugüne kadar yaptığı iyi-kötü her şeyin hesabı soruldu. Joker hesabını verdi, bedelini ödedi. Tıpkı kıyamette hesap verdikten sonra başlayan gerçek hayat gibi, Joker de bir uyanış yaşamıştı. Ve Dünya kartına ulaştığında artık hakkettiği refaha da ulaşmıştı. 21 bir kartlık bir yolculuğun sonunda Joker artık yaşaması gereken her şeyi yaşamış, ruhunu olgunlaştırmış ve son aşamaya gelmişti: Hakkettiğini almak. Bir hikâye daha burada sona ererken hem dünya hem de Joker kartında gördüğümüz “0” enerjisiyle, kahramanımız yeni bir tekâmül sürecine adım atıyordu…   

Değiştiremediğin kadar esir, terk edebildiğin kadar özgür…

Ne kadar özgürüz? Aslında demek istediğim gerçekten özgür müyüz? Bunca bağımlılığımız, bunca takıntımız, kendi kafamızın içinde, kendi kendimizi hapsettiğimiz bunca kafesimiz ve içinden çıkamadığımız labirentlerimiz varken hala özgürlükten söz edebilir miyiz?

Bağımlılıklarımız ve bağlılıklarımız… Bizi tutan hiçbir şey kalmamışken bırakıp gidemediğimiz her yer, arada sevgi adına hiçbir şey kalmamışken terk edemediğimiz her sevgili, hayatımızdan eksilttiklerini görürken bırakamadığımız her alışkanlık, verdiği zararları görürken yollarımızı ayıramadığımız her arkadaş da bir bağımlılıktır bizim için. Hayatımız bunlarla çevriliyken özgürlükten bahsetmek… Bize zarar veren şeyleri terk etmek bile elimizde değilken özgür olduğumuzu zannetmek…

Belki de her şeyin farkındayızdır. Sen? Farkında mısın? Özgür falan değilsin. Biliyorsun. Bunu kabul mu ediyorsun? Yani bağımlı olmayı seçme özgürlüğünden bahsedilebilir mi? Belki de evet, özgürlüğünü kaybetmek pahasına… Sadece özgürlüğü değil, kendine olan sevgini de kaybetmek pahasına… Anahtarını bir başkasına verdiğin bir kafese ya da duvarlarını bir başkasının ördüğü bir labirente kendini hapsetmek pahasına… Evet, belki bahsedilebilir ama bu bedeli en ağır özgürlük olacak. Bu özgürce seçiminin sonucu esaret olacak. Belki de her şeyin henüz farkına vardık. Özgürce verdiğimizi zannettiğimiz kararların bizi nasıl esir ettiğini henüz gördük. Sende gör! Şu an gerçekten olmak istediğin yerde misin? Gerçekten olmak istediğin insan sen misin? Yapmakta olduğun her şeyi düşün. Gerçekten istediğin için mi bu yoldasın? Gerçekten birlikte olmak istediğin insanlarla mısın? Ve düşün bunların hepsini. Evet ise cevabın bir gün bunlar sana zarar vermeye başlarsa eğer bırakabilecek misin ardında her şeyi. Ya da kabul edebilecek misin onların sana zarar verdiğini? Eğer hayır ise cevabın ne yapacaksın değiştirmek için geleceği? Çünkü değiştiremediğimiz kadar esiriz bu dünyada ve terk edebildiğimiz kadar özgür.

Öte yandan bağlılıklarımız da var. Sevdiğimiz insanlarla dolu şehirler, her zerremizde sevildiğimizi hissettiğimiz ve her zerremizle sevdiğimiz sevgililer, her gün bizi bir adım daha öteye taşıyan alışkanlıklar ve en kötü günümüzde bile bizi yargılamadan yanımızda olacağını bildiğimiz arkadaşlar… En önemlisi irademiz ve kendimize olan sevgimiz var. Bağlılıkları bağımlılıklardan ayıran iki kalın duvar… Bu bağlılığı oluşturan en önemli şey sevgi, bunu inkâr edemeyiz. Ama çoğu zaman, özellikle de bu bağlılıkların bağımlılıklara dönüştüğü zamanlarda gözden kaçırdığımız bir diğer önemli şeyde kendimize duymamız gereken sevgi. Sen bile kendini sevmezken başkasından bunu yapmasını nasıl bekleyebilirsin ki? Ya da kendini sevmeyi bile başaramamış bir insan çevresine nasıl sevgi verebilir ki? Bu mümkün mü? Çoğumuz bu yanılgıya düşüyoruz. Sevgi mutlaka kendinden bir şeyleri feda etmeyi gerektirirmiş gibi algılıyoruz çoğu kez, hiçbir şey alamasan bile vermeyi gerektirirmiş gibi, sevgi eksilmekmiş gibi… Oysaki, sevgi tamamlamaktır, bir olmaktır sevgi. Ama önce hatırlamamız gereken bir şey var. Şu hayatta bizim sevgimize en çok ihtiyacı olan şey de yine kendimiziz. Kulağa bencilce geldiğini biliyorum ama unutma ki şu dünyada sensiz yaşayamayacak tek kişi var, o da sensin. Bu bencillik değil, asıl bencilce olan karşılığını göremediğin sevgi. Hiçbir şey vermeden sadece senden almak, seni eksiltmek isteyen tüm o bağımlılıkların asıl bencil olan. Sonrasında göreceksin ki, kendini ve seni sevmeyi başarabilmiş diğer herkes seni eksiltmek yerinde tamamlamayı seçecek. Kendinden verdiğin hiçbir parçanın yeri göreceksin ki boş kalmayacak. Karşılığını gördüğün hiçbir şey için çabalamakta senin için artık zor olmayacak. İşte o zaman sevgi bir bağımlılık olmaktan çıkıp saf bir sevgi olacak. İrademiz ise tam bu noktada bizim en yakın dostumuz olacak. Körü körüne bir bağımlılığa dönüştürdüğümüz her durum, kişi ya da alışkanlıkta bize “Dur!” demek için yanımızda olacak. O içine sıkıştığımız karmaşık labirentlerde veya küçük kafeslerde bizi bulacak ve kurtulabileceğimize dair inancı bize sunacak.

Sende inan! İnan ve sev kendini. Unutma değiştiremediğimiz kadar esir ve terk edebildiğimiz kadar özgürüz bu dünyada. Ve sende sana zarar veren her şeyi değiştirdiğinde veya terk ettiğinde, bütün o bağımlılıklarından özgürleşmenin, ait ve bağlı olduğun her şeyi de yanına alarak sevmenin ve sevilmenin ne kadar kolay olduğuna inanamayacaksın.

Duyguları Öldüren Oyun

Biraz konuşalım mı? Ne hakkında mı? Anlayacaksın, bekle. Senden geçmişe doğru ufak bir gezinti yapmanı istiyorum. Hayatın boyunca çevrende karşılaştığın ya da bizzat yaşadığın tüm ilişkileri getir gözünün önüne, hatırla. En son ne zaman şahit oldun hesapsız kitapsız yaşanan bir ilişkiye. Tüm açıklığıyla, hesaplamadan, karşı tarafın tepkilerini nasıl çarpar toplar, çıkartır böler de istediğim sonucu alırım diye düşünmeden, sadece hissederek ve hislerini onunla pay ederek, sadece anın yaşandığı ve o anın arada düşünce engelleri olmadan sadece onunla yaşandığı bir hikâyeye en son ne zaman rastladın. Çok uzun zaman olduğuna iddiaya girebilirim. Hatta belki de hiç karşılaşmadığına. Fark etmeden hepimiz çekiliyoruz çünkü bu düzenin içine. Duygularını dile getirirken çekiniyorsun çünkü biri sana duygularınız açıkça dile getirdiğinde sende kaçıyorsun. Karşındakinin davranışları altında hep bir şeyler arıyorsun çünkü sende davranışlarını birkaç kere ölçüp biçmeden tepki veremiyorsun artık. Karşındaki tarafından manipüle edilme hissine o kadar alışmışsın ki sende karşındakine yapmak istiyorsun bunu. Bu oyun sana da tatlı gelmeye başlıyor. Zor olanın cazibesi… Kolay elde edilmeyenin çekiciliği… Kimin başlattığı bilinmez bu oyun seni, beni, ilişkilerimizi zedeliyor, onlara zarar veriyor ve bu kadar oyunun içinde hislerin de ölüyor, anlamıyorsun.

Kandırılması çok kolay ama içtenlikle söylenmesi de bir o kadar zor bir cümle haline geldi artık; seni seviyorum. Kimi zaman yatağa giden yolda sadece karşındakini kandıracak bir araçtan, bir yalandan ibaret, kimi zaman da teslim olmuşluğun için bir işaret. Gerçek anlamını kaybetti artık. Oysa sen onu kandırmacalarına alet etmeden önce, ondan ürkmeden, ona bir beklenti yüklemeden önce sadece seviyorum demekti. Senden hiçbir şey beklemiyor ve seviyorum. Ben seni sadece seviyorum. Sende korkuyorsun artık söylemeye. Ya sevmiyorsa seni ya gönüllü teslim olduğun için hiç sevmezse? İliklerine kadar hissederken bunu, korkuyorsun söylemeye. Tüm yüreğinle inanmak isterken, inanmaktan korkuyorsun onun sevgisine. Çünkü inanmak da bir teslimiyet. Çünkü kuralına göre oynamak zorundasın içine çekildiğin bu oyunu. Söylersen kaybedersin, hem oyunu hem onu. Çünkü ulaşılabilir olan ve kolay inanan her zaman kaybeder hiç de kolay olmayan bu oyunu.

Manipülasyon. Diğer bir kural. Biliyorsun bu hissi. Yaşadın, hatırla. Senden istediği şeyi yapmadığın için onu sevmediğinin söylediğinde sevgini ispatlamak adına o şeyi istemeyerek de olsa yaptın. Onunla sevişmediğin için onu sevmediğini söylediğinde sevgini ispatlamak adına istemeyerek de olsa seviştin onunla. Senin için o kadar fedakâr davranıyordu ki geri çeviremedin isteklerini. Kimi zamanda bir kurban rolüne büründü suçlarının karşısında. Seni aldatmak istememişti ama başka bir kadının/adamın tuzağına düşmüştü, üstelik seninle de arası kötüydü, artık onu sevmediğini düşünmüştü, kızgındı, gururu incinmişti, kurbandı o, affettin. Hatırla. Yalan söylüyordu, biliyordun ama elinde bir kanıtın yoktu, istemeyerek de olsa inandın. Ona inanmadığında kuruntu yapmakla suçladı seni çünkü, çok abartmakla, ona güvenmemekle… Onu kaybetmek istemedin, o ise her fırsatta bunu kullanıp seni terk etmek ile tehdit etti. Seni kendisinden mahrum bırakmakla… Ve bu mahrumiyetin de tek suçlusu yine sendin, senin suçundu bu ayrılık. Sen sıkıştırdın onu, boğdun, çok üzerine gittin diye oldu tüm bunlar. Bunlardan en az birini sen de yaşadın, bunlardan en az biri sana da hissettirildi. En az bir kere kaybettin sende bu oyunu. Hatırla. Bu manipülasyonun nasıl hissettirdiğini hatırla. Nasıl acı verdiğini… Kimin başlattığı bilinmez bu oyunun kuralları, taktikleri bunlar, birinin sana olan sevgisini kullanmak, bağlılığını kullanmak hatta belki öfkesini bile kullanarak kendi hatalarına bahane olarak sunmak… Hakem yok bu oyunda, kurallarına göre oynayan, bu taktikleri uygulayan kazanır, ona teslim olan kaybeder.

Sende yaşadın tüm bunları, yaşıyorsun, belki de yaşayacaksın… Çünkü sen de istemsizce çekiliyorsun bu oyunun içine. Karşındakine açık olup iletişim kurmak kadar kolay ve basitken her şey, kapılıyorsun zor elde edilenin cazibesine. Elde edilmesi güç olan olmanın cazibesine… Çekiliyorsun istemsizce çünkü birinin senin için, seni elde etmek için sayısız taktiğe başvurması hoşuna gidiyor senin de. Gururunu okşuyor. Aynı şekilde uğruna aylarca çaba sarf ettiğin insanı daha bir değerli görüyorsun bir diğerinin sana olan sevgisinden emin olmana rağmen.

Bu oyun sana da tatlı gelmeye başlıyor ama bu oyun hislerini öldürüyor, gör artık. Masum bir sevgi yaşayamıyor bu kuralların arasında, aşk güzelliğini yitiriyor, kıskançlık bile dile gelemiyor bunca hesap kitabın arasında. Oysa birbirimizle iletişim kurmak kadar kolay her şey. Seni seviyorum demek kadar kolay. Varsa sevginin karşılığını, yoksa “sevmiyorum” cevabını verebilmek kadar kolay.

Tüm duygular hissedilmeyi talep eder

Kötü hissetme hakkımı kim çaldı benden? Peki ya mutsuz olma hakkımı? Neden sinirlenmek öfke duymak yasakmış gibi davranılıyor? Neden sahip olmamız gereken tek duygu mutlulukmuş gibi davranıyor herkes? Diğer tüm duyguları çöpe atmışız gibi… Herkes güçlü durmalıymış gibi… Herkes mutlu olmalıymış gibi… Oysaki duygularımız var bizim ve güzelliklerden ibaret değiller… Eninde sonunda kabul edeceksin. Her günün güneşli olmadığı gibi her gün ruhunda mutluluk çiçekleri de açmayacak. Her mevsim bahar olmadığı gibi her zaman da aşk kokuları sarmayacak dört bir yanı. Bazen günlerce dinmeyecek yağmur ve bazen hiç gelmeyecek zannedeceksin bahar…  Ve sana bir sır vereyim mi? Bütün bunları da yaşamaya hakkın var; Yağmurdan sonraki toprak kokusunu içine çeker gibi uyumaya o ağladıktan sonra gelen tatlı uykuyu, tek başına sararıp dökülmüş yaprakların arasında dolaşır gibi dolaşmaya biten bir ilişkiden dökülen anıların arasında… Belki bu sırada sonbahar yağmurları gibi dökülebilir de gözünden birkaç damla yaş.

Ama sana bahsetmem gereken önemli bir konu var: Bunları yaşamayı hak etmek ile bunları yaşama hakkına sahip olmak arasında fark edilmesi güç ama bir o kadarda muazzam bir fark var. Hiç kimse onları hak etmez. Bir suçun bedeli değildir onlar, bir günah işledin diye içinde var olmazlar bir anda. Sen sahipsin onlara. Tüm duygularına… Ve yaradılışının vazgeçilemez bir parçası olan her bir duyguyu yaşama hakkı da avuçlarında. Nasıl büyüleniyorsan aşk karşısında, giden bir sevgilinin arkasından yaşadığın çaresizlik de senin. Kimi zaman tüm iyimserliğinle durduğun gibi tüm tersliklerin karşısında, başına üşüşen kara bulutların getirdiği sıkıntı ve umutsuzluk da senin. Yaşanmayı talep eden duygular çünkü bunlar ve yaşanmayı hak eden ve senin de yaşama hakkın olan… Yık tüm o dayatılan yasakları ve üzül! Acı duy yaşadıklarından! Öfkelen! Sonunu bilmediğin bir yola girdiğinde tedirgin ol mesela ya da uğradığın bir ihanet karşısında hayal kırıklığına düş.

Bu gece duyguların tüm sırlarını anlatacağım sana, bekle. Yaşanmayı talep eder tüm duygular. Ve reddettiğinde bu talebi, yani için kan ağlarken bile gülmeye zorladığında kendini ya da artık eskisi kadar canını yakmıyorken bir şeyler yine de yasakladığında kendine gülmeyi, gitgide daha çok saplanırsın olduğun yere. Acınla, pişmanlığınla, kırgınlığınla, öfkenle, kıskançlığınla… Yüzleş onlarla! Biliyorum, sana iyi gelmediklerini düşünüyorsun. Seni yorduklarını, güçsüzleştirdiklerini… Ama unutma ki güçsüz olma hakkına da sahipsin. Ve göreceksin ki her yorgunluk sonrasında daha dinç, her düşüsün sonrasında daha güçlü kalkacaksın ayağa. Yeter ki arkanı dönme onlara… Ve sonra, dindiğinde acın, sakinleştiğinde öfken ve kıskançlığın, yani hissetmeyi bitirdikten sonra tüm bu duyguları derin bir nefes al ve izin ver gün yüzüne çıksın mutlulukların, aşkların, hazların. Çünkü onlar da eninde sonunda hissedilmeyi talep eder, diğer tüm duygular gibi. Ve günün sonunda değerini anlayacaksın tüm duygularının. Anlayacaksın ki senden yağmurlu havalarını, üzüntülerini çalan bu insanlar, gökkuşağını görebilme hakkını da çalıyor. Hiç kış yaşamamanı isterken senden, baharda göreceğin o ilk çiçeklerin uyandıracağı heyecanı da çalıyor. Çünkü bilirsin, siyah olmadan beyazın anlamını yitirmesi gibi, üzüntüler olmadan da mutluluklar değersizleşir.

Değerini bil onların ve yaşa. Yağmur dindikten sonra kaldır kafanı ve bak gökyüzüne. Gökkuşağı orda olacak, gör onu, hisset. Karlar eridikten sonra kaldır kafanı ve bak ağaçlara. Çiçekler olacak orda, dokun onlara, hisset. İzin ver renklendirsinler hayatını. İzin ver yeni bir aşk sarsın yaralarını. İzin ver yeni heyecanlar doldursun hayatını. İzin ver yeni umutlar yeşersin ruhunda. İzin ver ki huzuru hissedesin her kalp atışında. İzin ver tüm duygularına…

It’s about One Flew Over The Cuckoo’s Nest and Psychoanalytic Theory (Conflict of Id and Super Ego)

In the film One Flew Over The Cuckoo’s Nest, Billy is a character wanting to be loved by his mother but also to behave as if a independent  man.

First of all, when we study situation of Billy with regard to Psychoanalytic theory, we can say that conflict of id and super-ego is seen. Billy wants to  be a independent man. He loves a women and wants to get marriage with her but when he talked about this case in therapy, nurse said that his mother told her Billy never told her about it and Billy cannot explain it and he started to speak with stammer. We can understand that Billy’s mother is too authoritarian and dominant person in this case and Billy’s desire of being self-ordained and poised person, wish of getting marriage with his darling can be thought as id who is the source of our bodily needs, wants, desires, impulses, particularly our sexual and aggressive drives. At that rate, his dominant mother and his want to being a good son can be seen as super-ego who is the reflection of cultural rules and mainly taught by parents applying their guidance and influence. Billy has been raised by a too authoritarian mother since his childhood and thus his feelings of freedom and independency has been stifled by the authority.

In the second and finally, the final scene of Billy can be studied from the viewpoint of Psychoanalytic theory.  During the film, we see that Billy is gradually regaining own self-confidante by the help of McMurphy. Although he believes that cannot be got out from the hospital in the first times, he was against the nurse by being agree with McMurphy, when they run away hospital for fishing, he is with them and even he flirted with Candy and at the final night, he slept with her. After the night, in the conversation  between nurse and Billy, we can observe that Billy’s speech got better. From his earliest scenes, he has regained own self-confident but when the nurse remind attitude of his mother, he starts to speak with stammer again and begs in order that nurse do not say anything to his mother. We can observe that super-ego who be regarded as good son by his mother can easily subdue id who is desire of independent man. As to ego, it is majorly inactive and cannot make a deal between super-ego and id and thus id is deactivated easily by super-ego.

Thus, oppressive attitude of nurse, to waver in the middle of conflict between his super-ego and id and lack of ego drive Billy suicide.

Küçük bir ‘Gym’ sosyolojisi

Aydın Uğur’un ‘Küçük bir bar sosyolojisi’ adlı yazısından esinlenilmiştir

Son yıllarda her köşe başında kendini göstermeye başlayan ve sayıları artarken nitelikleri de gün geçtikçe gelişen spor salonlarını eminim siz de fark etmişsinizdir. Başlarda yalnızca vücut geliştirme meraklılarının ilgi alanına giren ve onların işine yarayacak şekilde sadece bir kaç ağırlık mekanizmasından oluşan bu salonlar, günümüzde özellikle hareketsizleşen günlük yaşam, artan stres ve çalışma alanlarının gitgide plazalara çekilmesiyle birlikte, birçok insan için uğrak bir kaçış mekanı haline geldi. Bunun sonucunda, artık bu yeni spor salonları genele hitap eden kardiyo ve kondisyon aletlerini sunmakla kalmıyor, herkesin ihtiyacına uygun çeşitli uygulama dersleri de düzenliyor. Bütün günü masa başında, bilgisayarın karşısında geçiren beyaz yakalılar ya da tahta üniversite sıralarında, kütüphanelerde iki büklüm oturarak ders çalışan öğrenciler esneme ve pilates dersleriyle boyun ve sırt ağrılarını biraz olsun dindirmek, dans dersleriyle birikmiş enerjilerini atmak için bu salonlardan yararlanırken kimi zaman da insan hayatından sorumlu olan cerrahlar, haftayı o haberden bu habere koşturarak geçirmiş gazeteciler yoga dersleriyle haftanın stresini atabiliyor. Ne var ki; bu salonların ücretleri biraz “tuzlu”. Bu durum ise, kaçınılmaz bir seçilimle, bu spor salonlarında bir araya gelen insanları ekonomik durum, toplumsal statü ve ilgi alanları açısından birbirine yakın hale getirerek yeni bir jargonun, bir “fitness kültürü” nün oluşmasına sebep oluyor. Örneğin bir grup dersi olmadığı takdirde bu salonlara genellikle yalnız gidilir. Verilmek istenen imaj “Ben buraya sohbet etmeye gelmedim, doğru düzgün sporumu yapıp gideceğim.” olmasına rağmen birbirine bu kadar yakın çevrelerden gelen insanların bir arada bulunduğu bu ortamda -genelde plaza ilişkilerinin sığlığından kurtulamamış olsa bile- yeni arkadaşlıkların kurulması kaçınılmaz olur.
Bu mekanda insanların “iyi görünme” endişesini çok rahat gözlemleyebilirsiniz çünkü insanların bu salonlara en büyük geliş sebeplerinden biridir bu. Günlük hayatlarında, iş yerlerinde onlardan beklenilen “presentable” görünüş ve özellikle sosyal medya -ki spor salonunda fotoğraf paylaşmak için en uygun açıyı arayıp durmalarından sosyal medyayı son derece etkin kullandıklarını anlayabilirsiniz- üzerinden dayatılan mükemmel vücut algısı, o vücuda sahip olmamanın başarısızlıkla eş tutulduğu gibi bilinçaltına yerleşen düşünceler sebebiyle salonda geçirdiği bir saatin yarım saatinde aynaya bakan, kol kaslarını yada belinin inceliğini inceleyen insanlarla karşılaşmanız oldukça olasıdır.
Spor salonlarındaki insanların diğer bir ortak yanı ise sağlıklı beslenme üzerine geliştirdikleri, bazen takıntı derecesine varan ilgileridir. Herkesin sağlıklı beslenme üzerine bir fikri, yöntemi vardır; hangi öğünde ne kadar karbonhidrat ne kadar protein almanız gerektiğinden tutun da spordan önce ne yerseniz daha kolay zayıflayacağınıza yada kas kazanacağınıza kadar her şeyi bilir(!) ve her fırsatta diğer insanlarla paylaşmaktan çekinmezler. Yanlarından ayırmadıkları “proteinshake” in tarifini sorduğunuzda ise paylaşmaktan mutluluk duyarlar ve bu tariften ise avokado, brokoli, blueberry, frambuaz, mango gibi gıdaları sağlıklı beslenmenin ön koşulu olarak gördüklerini çıkarabilirsiniz.
Diğer bir yandan spor yapmak için bu salonlara gidemeyen, ekonomik durumu elvermeyen, “fitness kültürü” ne bir türlü uyum sağlayamamış, evde çocuklarına, torunlarına bakmak zorunda olan ya da sedece gitmek istemeyen, açık alanları tercih eden ama yine de sporu seven, rahatlamak, zayıflamak, hareket etmek hatta arkadaşlarıyla vakit geçirmek gibi çeşitli amaçlarla sporu hayatına dahil etmek isteyen çok büyük bir insan topluluğu daha var ve onlar için de bambaşka bir spor opsiyonu. Son yıllarda her şehir hatta ilçe merkezinde, sahil kıyısında, okulların karşısında ve özellikle çocuk parklarının yanlarında kurulan spor aletlerine mutlaka denk gelmişsinizdir.
Bu aletlerin çocuk parklarının yanına konulmasının elbette ki bir sebebi var: Bu spor parklarının baş müdavimleri genellikle küçük yaştaki çocuğuna, torununa bakan, onları bırakacak yerleri olmadığı için çalışamayan ve sosyalleşme alanı oldukça daralan ev hanımları.
Bir hafta sonu öğleden sonrasında, hemen mahalle parkının yanında ki oyun alanında çocuklar istedikleri gibi koşup oynarken, annelerin hemen yanındaki spor aletlerinde bir yandan sohbet edip bir yandan da spor yaptığı o tablo hepimizin gözünde canlanır sanırım. Burada da konuşulan konunun yemek olması muhtemeldir ama spor salonlarında konuşulan sağlıklı beslenme/beslenememe problemlerinden ziyade “Bu akşam ne yemek yapsam?” sorusunun hakim olduğunu söyleyebiliriz. “Dün falanca televizyon programında yaptıkları tarif var ya? Benim halamgilin tarifi daha güzel, gelin bir gün de bizde yiyin.” sohbetini geride bıraktıktan sonra spor salonundaki sağlıklı beslenme sohbetine tek yaklaşacak konu belki de “Geçen gün falancanın verdiği 10 günde 15 kilo verdiren detoks tarifini gördün mü? Yarın kesin başlıyoruz!” dur ki genelde ilk yada ikinci gün içerinden birinin mantı yaparak herkesi davet etmesiyle bu detoks son bulur.
Bir de bunun genellikle sahil kıyısında olan çeşidi var. Genç, yaşlı, kadın, erkek fark etmeden sabahın erken saatlerinde, mis gibi iyot kokusunda güzel bir spor ile güne başlamak için anlaşılır, belirlenen noktada buluşulur -ki bu nokta genellikle sahilde ki spor alanı olarak belirlenir. Hafif bir koşu ve ya yürüyüşle başlayan spor, içlerinden genelde spor konusunda daha kıdemli olanının yaptırdığı esneme hareketleriyle son bulur. Spor salonlarının aksine buralarda bireysellikten çok grupça yapılan aktiviteler göze çarpar ve bu yüzden 90’lı yılların spor modasına göre giyinmiş bandanalı, kadife eşofmanlı Makbule abladan, emekli Osman amcaya, şehir dışından okumaya gelmiş Tuğçe’ye kadar her çeşit insanla karşılaşabiliriz bu tip aktivitelerde.
Anlayacağımız üzere, hayatları, yaşam koşulları, sosyal çevreleri ve hayata bakışları ne kadar farklı olursa olsun insanlar spor ile hayatın monotonluğuna, durağanlığına bir es vermek, biraz hareket katmak istiyor ve sonunda herkesin bunu yaparken kendini iyi hissedeceği bir ortamlar sosyal hayatın zincirleme yapısının içinde bir şekilde oluşturuluyor. İnsanlara ise sadece yaptıkları spordan zevk almak kalıyor.

Life is a road…

We begin to learn from the moment we are born and we have taken the road. Our travel in the road starts when we born and finishes when we die. Firstly, we begin to take a step instinctively. We do not have to learn that have to cry in order to tell that we were hungry or have to suck our mother’s breast to feed ourselves. We have already known them. So we have been started our travel in the life road. Progressively, a baby begin to find out something by sensing, feeling, observing them. For instance, firstly, he learns by feeling that her mother love him and she will be on his side all the time when he cries, gets hungry, needs to his mother. As he grew older, he observe details in around, just as, when you set out on a journey. When children begin to understand environment they are living -or environment of the road they are walking-, they also begin asking so many questions because they need to learn and know their route. This beginning process is also their bravest period which will live during their life because they do not know anything including bad ones. Therefore, they can ask bravely everything want to know to everyone they met. They do not think that who may ridicule with their question, who make capital out of them, who may want to disturb them, what is not the thing to do, what is not thing to say or who is not person to speak. No one have discouraged them, yet. They just want to learn everything, want to have experiences about everything, want to leave no avenue unexplored. During the next years of the travel, they will be frequently lost and re-find their route. They will trust the wrong people, they will ask for direction to wrong people, they will make some mistakes sometimes and become more lost then previous. They may explore themselves while trying to help to another lost one or they may be lost together.

 All of us must be lived the feeling of being lost and we will. When we slog on to carry on the businesses, when we are disagree with our family, when we are broken to our best friend or have a bad and psychologically battering relationship… Even if we consistently lose our way, end up in the deserted and unlucky places, we absolutely find the right way in the end and we will be learnt so many things thanks to these adventures. Life is a road and that our experiences will continue during our life is our travel on the road.

Yaşadığın hayat gerçekten senin mi?

Hayatımızda onlarca dönüm noktası var. Düz çizgilerden oluşan bir hayat hattı hayal edersek bu noktaların hayatımıza yön veren kırılma noktaları olduğunu düşünebiliriz. Doğum anımızdan ilk sözcüğümüze, okuduğumuz ilk kitaptan ilk başarımıza kadar elde ettiğimiz her şey bu noktalar üzerinde yer alıyor. Bu noktalar bizim hayat şartlarımıza, geleceğimize en önemlisi kim olduğumuza karar veriyor. Peki ya bu noktaları nereye koyacağımıza kim karar veriyor?

Bir çocuk 4 yaşında baleye başlatılıyor, çevresine entelektüel görünmeye çalışan annesi tarafından. Babası delicesine futbol tutkunu olan bir diğeri yine benzer yaşlarda bir anda yeşil sahalarda buluveriyor kendini çünkü ‘öyle babaya öyle çocuk yakışır’. Biz farkına bile varmadan birileri hayatımızı şekillendiriyor daha o yaşlarda. Çünkü bir zamanlar onların hayatını da başkaları şekillendirmiş, bilmiyorlar başka türlüsünü. Sorun herkesin kafasında, beyninde, düşüncelerinde hapsolduğu ‘El alem ne der? hapishanesi’nde başlıyor aslında.

Herkes ele, aleme bir şeyler göstermek, bir şeyler ispatlamak için yaşıyor adeta. Sanata aşık insanlar mühendislik fakültelerine hapsoluyor, toplumda kabul görmüş prestijli bir mesleğe sahip olabilmek için. Mezun olur olmaz kurumsal, maaşı garanti bir iş peşine düşüyorlar, 1-2 yıl içinde kendisinden beklenildiği üzere, kendisi gibi toplumsal normların dışına çıkmamış, düzgün(!) bir insanla hayatını birleştirip, güzel bir ev ve arabaya sahip olabilmek için. Çünkü o yaşa kadar başarının bu olduğu empoze edilmiş oluyor hepsinin beynine. Başarısızlık ise asla kabul edilmiyor. Burada bir çeşit paradokstan söz edilebilir, toplum tarafından başarılı olarak atfedilmek için mutsuz olduğu işleri yapmak zorunda kalıyor ama bir cesaret mutlu olduğu işi yapmaya kalkarsa çevresi tarafından kaçırdığı fırsatlar hakkında, aslında ne kadar ‘iyi yerlere’ gelebilecekken kalkıp da bu yolu seçtiği hakkında o kadar çok konuşulacak ki günün sonunda yine mutsuz olan kendisi olacak; onlara kulaklarını tıkamadığı takdirde.

Bir de bu olayın ‘el alem’ tarafı var. Bu iki sözcüğün anlamlarına bakacak olursak; el, yakınların dışında kalan kimse, alem ise başkaları anlamına geliyor. Bulundukları konumun bir getirisi olarak, karşısındaki insanın ne yaşadığı, ne hissettiği, neyi neden yaptığı hakkında en ufak bir fikri olmayan bu insanlar tuhaf bir şekilde kendi hayatlarıyla ilgilenmek, kendi hayatlarını güzelleştirmek, kendilerine bir şeyler katmak yerine -belki de kendi hayatlarını güzelleştirmek adına umutları kalmadığından- diğer insanların başarısızlıkları, hataları, yanlışları yada onlara yanlış gelen doğruları üzerine kafa yormakla daha çok ilgileniyor, dahası bunu yapma had ve yetkisini kendilerinde buluyorlar. Üstelik tek yapabildikleri akıl vermek olan bu insanlar, hayatı çok yolunda giden, çok başarılı, her şeyi doğru yapan insanlar da değiller. Onların istediği sadece kendi hapsoldukları hapishaneye yeni mahkumlar kazandırmak. Kendi hayatlarını el ve alemin ne düşüneceğini hesap ederek yaşamış ve yaşamaya da devam eden bu insanlar bazen bilinçli bazen de sadece dürtüsel olarak herkes kendileri gibi olsun istiyorlar, hiç kimse özgür olmasın. Aslında kendi doğruları olmayan bu insanlar, toplum tarafından doğdukları andan itibaren kendilerine ‘Aman kızım hakkında ne derler sonra?’, ‘Aman oğlum millet ne der?’ gibi cümlelerle kendilerine dayatılan doğruları öylesine özümsemişlerdir ki çoğu zaman işin içinde bir gariplik olduğunun, düşüncelerinin aslından onlara ait olmadığının bile farkına varmazlar. Sahip oldukları bu düşünceler ile ise insanların hayatlarında buldukları ufacık bir boşluktan bile içeri sızar ve o insan farkına bile varmadan hayatını işgal etmiş olurlar.

Bu yüzden bir kez olsun ben hatırlatmak istiyorum: Bu hayat sizin ve bir kere yaşayacaksınız. El alem ise yüz yılardır konuşuyor, konuşmaya devam edecek, bırakın konuşsun. Sadece kulaklarınızı tıkayın ve düşünün, ne yapmak istiyorsunuz? Hayallerinizi gerçekleştirmek için harekete geçmenin ne kadar kolay olduğunu, içine çekilmeye çalışıldığınız ‘El alem ne der? hapishanesi’nin duvarlarının nasıl yerle bir olduğunu göreceksiniz.