Daha önce hissetmediğim bişey bu. Tam olarak tanımlayamıyorum ama sanki karanlıkta dans etmek gibi. Hayatımda her şey yolunda. Gitmek istediğim yönü biliyorum. Ne istediğimi biliyorum. Ne istemiyorum, onu da biliyorum. Seneler sonrasını hayal ettiğimde kendimi nerede görmek istediğimi biliyorum. Bunun için neler yapmam gerekiyor, biliyorum. Bunun için neler yapmam gerekiyor, yapıyorum. Yapmam gerekenleri gerçekten isteyerek, gerçekten hissederek yapıyorum. Yaşadığım hayatı gerçekten seviyorum. Yaşadığım hayatta her şey yolunda. Neredeyse her şey yolunda. Yani demek istediğim şöyle ki; karanlıkta dans ediyorum, attığım adımlardan emin, sergilediğim gösteriye sonuna kadar güveniyorum, tek eksiğim ise sadece “biraz ışık”. Görülmek istiyorum.
Sanki, sanki bugüne kadar ki tüm “sevgi” ezberlerimi sonsuza dek değiştiriyorum. Kalbimde hissettiğim şey sevgi, eminim bundan. Çok tanıdık, biliyorum onu ama aynı zamanda çok farklı. Biraz kabullenilmişlik var içinde kendime sunduğum aşkla karışık ama kesinlikle bunun adı sevgi, saf bir sevgi. Geçmişe dönüp baktığımda, sevgiyi acıyla tanımlamıştım bugüne dek ben, sevip sevilmemenin çocuksu isyanıyla. “Ama öğretmenim ben onunla oynamak istiyorum ama o benimle değil başkalarıyla oynuyor ama ben diğerlerini istemiyorum.” Diyen bir çocuğun isyanı gibi. Hep bir ötelenmişlik, hep bir istenmezlik. Şimdi ise küsüp kaçmamayı öğrenmiş bir çocuğum ben. Kendi hayallerinin, kendi düşlerinin, kendi dünyasının sonsuzluğunun farkına varmış bir çocuk. Başkalarının oyunlarında kendi için bir rol yaratmaya çalışmak yerine kendi oyununu kurmaya başlayan bir çocuk. Aslına bakarsan, çocuk bu sonuçta, böyle bir olgunluk beklemek adil mi, pek emin değilim. Bu açıdan baktığımda içimdeki çocuğun böyle olgun davranmaya başlamasından korkmuyor da değilim. Yine de her şeye rağmen, çocuğu büyük başarı kazanmış bir ebeveyn gibiyim.
Önünü göremezken emin adımlarla ilerlemek, bugüne kadar öğrendiğim ne varsa hepsini bir arada sergilemek, ilerlediğim bu yolda yalnızca kendime inanmak, güvenmek, geçmiş yaşantıların hissettirdiklerini, geleceğin bilinmezliğini düşünmeden, yalnızca şu an içinde bulunduğum hislerin, aşkın, sevginin, mutluluk halinin keyfini sürmek… Yalnızlık ve hatta daha da ötesinde bu kalabalık yalnızlık, bugüne kadar zannettiğimin tam aksi bir şeymiş aslında. Sevgi yalnızca benimle ilgiliymiş, bugüne kadar hayatıma giren ve benimle aynı duyguları paylaşmayan insanlara karşı tüm öfkem boşuna ve biraz onlara, biraz da kendime haksızlıkmış aslında. Tamamen dürtüsel bir çaresizlik. Henüz küçücük bir bebekken hayatta kalmamız bile buna bağlı değil mi zaten? Karşımızdaki insandan sevgi görebilmek. Sevgi göremediğimiz noktada belki biraz merhamet. Belki biraz acınma duygusu. Başka bir türlü mümkün olabilir mi bir bebeğin hayata tutunabilmesi? Peki ya, hayatımız boyunca tekrar ettiğimiz bu benzer örüntü? Benzer beklentiler, benzer hisler, benzer umutlar ve benzer çaresizlik ile verdiğimiz sevgiye aradığımız karşılık? Bulamadığımızda karşımızdaki insanın merhametini suiistimal edip kendimizi acındırarak elimizde tutmaya çalışma içgüdüsü? Sanki hala küçük bir bebekmişiz gibi, sanki yaşamımız hala buna bağlıymış gibi. Şu an hissettiğim şey ise sevginin bunun çok üzerinde olduğu, bugüne kadar ki tüm “sevgi” ezberlerimin sonsuza dek yok olduğu. Kalbimde hissettiğim şey sevgi, eminim bundan. Çok tanıdık, biliyorum onu ama aynı zamanda çok farklı. Biraz kabullenilmişlik var içinde, kendime sunduğum aşkla karışık ama kesinlikle bunun adı sevgi, saf bir sevgi.
Bu öyle bir şey ki; severken kendimden parça parça eksiliyormuşum gibi hissetmiyorum, aksine günbegün çoğalıyorum. Bu sevgi beni eksiltmiyor ki sevdiğim insanlardan alacağım bir karşılığa ihtiyaç duyayım. Çünkü eskiden tam olarak böyle hissederdim. Tüm insanlar birer yapbozdu benim için. Birini sevmek ise kendinden bir parçayı ona vermek gibiydi ve o boşluğun doldurulması için bi parça da karşı taraftan gelmeliydi. İşte bugüne kadar sevgi üzerine olan ezberlerim tam da bu noktadan değişti. Sevgi eksiltmezmiş insanı ve kendi eksiklerimizi bir başkasını eksilterek tamamlamaya, ondan böyle bir fedakarlık beklemeye de hiç gerek yokmuş aslında. Sevgi seni öylesine büyütüyor, öylesine çoğaltıyor, güçlendiriyor ve dinlendiriyormuş ki onu paylaşmakla küçülmeyeceğini, eksilmeyeceğini, zayıflamayacağını ve adeta bir savaştaymışçasına yorulmayacağını farkına varıyormuş insan. Kim bilir, belki de birini ya da bir şeyi çok sevdiğimizde onu herkese, her şeye, camdaki çiçeğe, duvardaki saate, akvaryumdaki balığa, manavdaki amcaya, camdaki komşu teyzeye bile anlatma isteğimiz bu yüzdendir? Bu sevgi bizi öylesine çoğaltıyordur ki zaman zaman kendi içimizden taşıyoruzdur belki de.
Hay aksi! Son zamanlarda hissetmeye başladığım, hala son derece yabancı olduğum ama keşfetmekten bir o kadar keyif aldığım bu yeni duyguya -evet, sevginin bu hali benim için neredeyse yepyeni bir duygu-, bu duyguyu tanımlamaya o kadar kaptırmışım ki kendimi önemli bir noktayı atlamışım sanırım. Duygularımızın arasına sızmış olan ufacık bir art niyet, kötülük, bencillik, kıskançlık, kibir, öfke, korku -her ne kadar insani duygular olsalar ve ara sıra hissedilmeyi talep etseler de- biz bu sızıntının farkında olmadığımızda tüm o büyük sevgiyi zehirliyor. Bu zehri bazen biz yaratıyoruz, bazen bir başkası ve hatta bazen bu sevgiyi beslediğimiz kişi ama bildiğimiz şu ki sevginin bu saf halinin yaşamak, bu duyguları yönetebilme kabiliyetini şart koşuyor. Burada kilit nokta sanırım bu duyguları hissettiğimde onların farkına varmak. Onlarla savaşmak ve onları hissettiğim için kendimi suçlamak yerine anlamaya çalışmak. Yani aslında, anlamsız ve faydasız bi çabayla onları engellemeyi ve varlıklarını reddetmeyi denemek yerine, düzenlemeyi öğrenmek. Sevgiyi acıyla tanımladığım, severken hep eksildiğimi hissettiğim, bu yüzden hep bir karşılık beklediğim, bulamadığımda hem kendime acıyıp hem acındırdığım dönemlerden bugüne gelirken -ki çok uzun bir süreymiş gibi bahsettiğime bakmayın 1 sene bile olmadı daha- en çok zorlandığım konu tam da bu oldu sanırım: kendimle, hissettiklerimle savaşmak yerine kendimi anlamaya çalışmak.
Benim için ise dönüm noktası şu oldu: Bir adam var, seneler önce hayatımın çok güzel bir ayını paylaştığım, bana harika şeyler katan, çok sevdiğim bir insan. Ama sanırım birbirimizin hayatındaki rolümüz sona ermişti artık, bitmesi gereken bir ilişkiydi ve bitti. Zaman ona karşı tüm romantik duygularımı alıp götürse de sevgimden hiçbir şey eksiltmedi. Onun hayatında ise son senelerde başka bir kadın var. Birkaç ortak ders ve saçma dedikodular dışında -ki çoğunun gerçekten saçmalık olduğunu bilecek kadar zaman geçirdim orada- onu doğru düzgün tanımasam da hakkında kötü hiçbir şey düşünmüyorum ya da hissetmiyorum, iyi bir insan olduğunu umuyorum ve birlikte mutlu olmalarını tüm kalbimle temenni ediyorum aslında ama… Tüm sorun bu “ama” da başlıyor işte. Birlikte mutlu oldukları anları, fotoğrafları gördüğümde içimde hissettiğim yapış yapış karamsarlık… Bu hissi tam tanımlayamıyorum ama en yakın haliyle bencilce bir kıskançlık diyebilirim sanırım. “Hayır!” diyorum kendime, “Sen birinin, üstelikte bu kadar değer verdiğin birinin mutluluğundan mutsuz olacak kadar bencil olamazsın! Senelerce yalnız ve mutsuz olması mıydı yani isteğin, öyle olsa mutlu mu olacaktın? Gerçekten iğrenç bi insansın!” Kendime kızdıkça yine kendime saldırıyor sonra bu saldırganlığıma üzülen kendime yine kendim acıyordum. Bitmeyen bir döngüydü ve bitmeyecekmiş gibi hissettiren. Sonra bir gün -ilahi işaretlere inanır mısın? – yıllar sonra yeniden izlediğim bir oyun, bir tiyatro oyununda ufacık bir kesit aklımın içinde kendimle verdiğim tüm o savaşın sonunu getirdi:
Yine gerçekle hayallerini birbirine karıştırıyorsun. Ortada kılıç yok, kan yok, çarpışma yok. Ortada iki insan var. Bir arada yaşamayı beceremeyen iki insan. Bırak şimdi yanımda bir herif görürsen ne yaparsını? Bırak bir kadın görürsem ne yaparımı? O sırada halen hayatımı düzene sokamamışsam, halen ne yapacağımı bilmiyorsam, halen yalnızlığıma bir çare bulamamışsam, halen geceleri ağlıyorsam, senin yanında birini görünce içim burkulur, üzülürüm, ne yapacağımı bilemem. “Hata mı ettim acaba?” diye düşünürüm, kıskanırım. Eğer o sırada mutluysam, aşıksam, dünya gözüme güzel görünüyorsa yanındaki kadın hiç etkilemez beni. Senin adına sevinirim. “Umarım iyi bir insandır”, “Umarım mutludur” derim. Hepsi bu. Sen de böyle yaparsın. İyiysen yanımdaki herifin pipisinin eniyle boyuyla uğraşmazsın. Sen de benim mutlu olmamı dilersin. Hepsi bu.
Herkesin Bildiği Sırlar
Hepsi buydu işte… Sorun onun benden sonra birini sevmiş olması değildi.Uzun zamandır birlikte olmaları, yanındaki kadının nasıl biri olduğu, benim ona karşı hala romantik bir hissiyatımın olup olmaması, bunların hiçbiri değildi sorun. Sorun benim mutsuz olmamdı. Sorun benim ondan tamamen bağımsız bir şekilde çok uzun zamandır mutsuz olmamdı. Devamlı etrafta sevgiyi arayıp kimi zaman dilenmem, bulamadığımda daha çok hırçınlaşarak daha çok mutsuz olmamdı sorun. O karelerde sahip olmadığım mutluluğu ve sevgiyi görmek, hiçbir zaman oyuncağı olmamış ve olamayacak bir çocuğun oyuncak mağazasının vitrinine, içeride oyuncak seçen çocuklara bakarken hissedebileceğine benzer bir öfke uyandırıyordu içimde. Daha sonraları aynı duyguları daha düşük şiddetlerde de olsa farklı zamanlarda da hissettiğimi fark ettim, mutluluk ve sevginin paylaşıldığı anları gördüğüm zamanlarda… En tehlikeli nokta da burası sanırım, çünkü bu keşif insanı çok daha büyük bi karamsarlığa sürüklüyor. Eskiden öfkeye tutunmak, hissettiklerin için başkalarını suçlamak hiç olmazsa bir kaçış yolu oluyordu. O an ise gerçeği çok net görüyorum. Hayat akışında devam ediyor. İnsanlar kendi hayatlarına, kendi hallerinde devam ediyor. Benim kafamın içinde verdiğim savaştan haberleri bile yok. Benim mutsuzluğumda en ufak bi suçları bile yok. Hatta bilseler muhtemelen durumuma üzülürler bile. Bense burada kendi kendime onlara karşı öfke duyuyorum. Bu gerçekliği algıladıktan sonra mutsuzluğu bir kader olarak kabullenme ve kendine acıma eğilimi, kendine acıdıkça ise kendine saygından günbegün uzaklaşmak çok baskın geliyor. Benimse “sevginin yeni halini” keşfim bu baskıya direnerek başlıyor.
O güne kadar kendime acıdığım, çaresiz, sevilmez ve değersiz hissettiğim, davranışlarım yüzünden kendimi yargıladığım, kendime öfkelendiğim tüm anları yeniden getiriyorum teker teker aklıma ve kendime bakıyorum o anlarda. Bu defa şefkat ve anlayışla, hatalarım için bahaneler uydurmaya çalışmadan ama kendimi boş yere de yargılamadan; hatalarımı, yanlışlarımı kabul ederek ama aynı zamanda üstesinden gelebildiğim onca şey için de kendimi tebrik ederek. Tabii, yıllarca neredeyse kronikleşmiş o mutsuzluk hali, içine çöreklenmiş kıskançlıklar, bencillikler bir anda kaybolmuyor ama bedenim o anda yaşadığım duruma bu duygularla karşılık verdiğinde elimden geldiğince kızmadan anlamaya çalışıyorum kendimi artık. Bazen bir süre kendime o biraz tatsız duyguyu yaşamak için izin veriyorum çünkü daha önce de söylediğim gibi, tüm duygular ister hissedilmeyi. Bu bir süre sonrasında sorguluyorum, bu olumsuz hislerin var mı bir gerçekliği, işlevselliği ya da konunun çözümü için herhangi bir tavsiyesi? Eğer bir kişiyse bu hislere hedef olan, var mı konu hakkında bir bilgisi ya da iradesi? Ne kadar zehirliyor bu duygular beni ya da diğerlerini? Zamanla farklı olaylar karşısında farklı ve doğru sorular sormayı öğreniyorum sanırım ve sorulara dürüst cevaplar vermeyi, kendimi kayırmadan ama acımasız da olmadan, yalnızca dürüst cevaplar vermeyi.
Kimi zaman ise o içimize sığdıramadığımız muazzam sevginin sebebi ile aynıdır bu hislerin kaynağı. Bu daha zor sanırım; karşındaki insanın böyle bir sevgiye henüz hazır olmayışı. Çünkü kendi duygularını bilirsin, ne hissettiğini, neleri atlattığını, zayıflıklarını, güçlü yanlarını… Az çok bilebilir, en kötü ihtimalle keşfedebilirsin. Ama bir başkasının ne aklını ne kalbini okuyabilirsin. Geçmişte neler yaşadığını, bu yaşananların ona neler hissettirdiğini, bu hislerle baş edip edemediğini, kendini ne kadar iyileştirebildiğini ya da iyileştiremediğini, kendini korumak için nasıl yollar seçtiğini… O kişi buna izin vermeden bilemezsin bunların hiçbirini. Sevginin biraz muzır tarafı da burası işte, beklemiyor seni. Sen o insanı tanımaya çalışırken bir bakıyorsun ki taşmaya başlamış içinden. Böyle hallerde başka bir seçenek var mı bilmiyorum ama sınır koymayı sevmem ihtimallere, yaşadığım iki tanesinden bahsedeceğim ben sadece, gerisini kendinize uyarlamak sizde. Sevgi açlığı… Bugüne dek hep eksilerek sevmiş bu insanlar. Çok sevmiş, çok sevdikçe kendinden vermiş, o sevgiyi içinde ne kadar büyütürse büyütsün sevgiye aç olan bir başkası -bu kişi bi sevgili, arkadaş ve hatta bazen bir anne olabiliyor- tarafından hunharca tüketilmiş ve hatta belki de tam anlamıyla sömürülmüş, hırpalanmış bu insanlar günün birinde yorgun düşüyor, artık o sevgiyi üretemez hale geliyor. Zamanla eksilerek sevmeye başladıklarında ve günün birinde tükendiklerinde ise o hikayede yolun sonu geliyor. Dünya sevgiye aç olan bir insan daha kazanmış oluyor. Bu insanların düştüğü yanılgı ise şu; bir başkasının duygularını bencilce sömürerek kendinizi tamamlayamazsınız. Çünkü bu sevginin asıl sonsuzluğu saflığından geliyor, içine karıştırdığınız bencillik ve kibir ile aynı kalmasını umamazsınız. Ama açlık, kıtlık hissiyatı böyledir; bilincini, mantığını kaybeder insan kimi zaman. Tek düşündüğü kendini doyurabilmek haline gelir. Böyle insanlarla karşılaştığında şunu hatırla, senden yardım istemeyen birine yardım edemezsin ve hatta etmemelisin. Çünkü bazen insanların kendi başına halletmesi gereken şeyler, yaşayıp dersler çıkarması gereken durumlardır bunlar. O kişi önce kendi kendini iyileştirmelidir. Kozasından çıkmaya çalışan bir kelebek gibi. Kelebek kozasını yırtmak için kanatlarını içeriden ittirdikçe kanatları güçlenir ve uçmak için hazır hale gelir. Bizim vaktinden önce o kozayı kesmemiz ise o kelebeğe yardım değil ölüm getirir. Sevgi açlığı halinde bencilce senin sevginden beslenen insan da böyledir, sen ne kadar sevginle onu iyileştirmek de istesen bu günün sonunda hem sana hem ona zarar verir, günün sonunda senin sevgin tükenir, onunsa iyileşmesi gecikir. Çünkü bu onların tek başlarına vermeleri gereken bir derstir. Zorlukları yaşamak, kendi yaralarını iyileştirmek ya da belki de iyileştiremedikleri noktada artık yardım istemeyi, verilen yardımı suiistimal etmeden kabul etmeyi öğrenmek…
Ve yine sevgi açlığı. Bu defa biraz daha farklı ama varacağı yer sanırım yine aynı. Biraz çekingenlik, biraz ürkeklik ama en önemlisi korku var içinde ve ilkinin aksine çok uzak bencilliğe. Sevgiyi unutmak, sevebilme yetisinden uzaklaşmak, hor kullanılmış bir sevgiyle kalakaldığı günden beri sevmekten korkmak, sunulan sevgiye karşılık verememekten korkmak, oldu ki karşılık verebilirse bile yeniden kullanılmaktan korkmak… Bu kadar korkunun olduğu yerde sevgi nasıl hayatta kalsın ki? Asıl mesele sanırım buradaki korkuyu onarmak. Çünkü o insan korku taşlarıyla sardıysa çevresini, ne kadar muazzam bir sevgi olursa olsun sendeki, onun o duvarın arkasına kabul edebildiği kadardır hissettiği. Paylaştığın sevgiyi sömürürcesine tüketmek şöyle dursun kabul etmeye bile çekinen bir insansa karşındaki, onun o duvarın ardından sana uzanmasını beklemek ya da vazgeçip kendi yoluna gitmek sanırım tek seçenek elindeki. O duvarı aşmaya kendisi karar vermeli. Ve eğer sen seçtiysen beklemeyi, göze almalısın bazen hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ve kim bilir belki de bitmeyecek olan süreyi. Ve gel gör ki sarmışken bedenini bu, onu herkese, her şeye, camdaki çiçeğe, duvardaki saate, akvaryumdaki balığa, manavdaki amcaya, camdaki komşu teyzeye bile anlatma isteği, kendi içinden taşacak kadar çoğaltmışken seni bu sevgi, karşı konulamaz derecede çekici geliyor o duvara bir gökyüzü çizip dibinde çiçekler yetiştirme fikri. Diğer taraftan ise her zaman aklının bir köşesinde olmalı işlerin istediğin gibi gitmeyebilme ihtimali. Onun o duvarı yıkmaya çalışırken altında kalma ihtimali, her zaman o güvenli bölgesinde sıkışıp kalma ya da belki de oradan kurtulsa bile özgürlüğün tadına varıp onunla paylaşmak istediğin sevgiyi yine de kabul etmeme ihtimali… Bu ihtimaller ve belki de daha aklıma gelmeyen yüzlercesi hala geçerli ve bunun için yargılanmamalı sevgililerin hiçbiri. Çünkü yazımın tamamında anlatmak istediğim gibi, hissettiğin sevgi yalnızca seninle ilgili. Kararın kalmak da olsa, kendi yolundan gitmek de kendin için güzelleştir yaşadığın yeri. Korkunç paranoyalara kapılmadan kaybetmek için birini ama aynı zamanda kabul ederek her sevginin karşılığı olmayabileceği ya da bir gün bitebileceği ihtimalini.
Ben bunca sayfa anlattım, anlattım ve anlattım kendi hikayemi ama yetiyor aslında anlamaya Nazım Hikmetin birkaç dizesi:
Hiçbir şey. Hiçbir şey kaybetmezdi. Bu şekilde düşünmeye başladığımdan beri yaşadığım hayatı gerçekten seviyorum. Yaşadığım hayatta her şey yolunda. Gitmek istediğim yönü biliyorum. Ne istediğimi biliyorum. Ne istemiyorum, onu da biliyorum. Seneler sonrasını hayal ettiğimde kendimi nerede görmek istediğimi biliyorum. Bunun için neler yapmam gerekiyor, biliyorum. Bunun için neler yapmam gerekiyor, yapıyorum. Yapmam gerekenleri gerçekten isteyerek, gerçekten hissederek yapıyorum. Kaynağı fark etmeksizin sahip olduğum o içimden taşan sevgiyi kendi hayatımı, kendi çevremi güzelleştirmek için kullanıyorum. O sevgiyi, beni tüketmeyecek, onu zehirlemeyecek insanlarla, hayvanlarla hatta belki eşyalarla; günümü ve hayatımı güzelleştirecek deneyimlerle paylaşıyorum. İçimde bir yerlerde zaman zaman hissedilmeyi bekleyen, biraz tatsız duyguların ona bulaşmasına izin vermemeye çalışıyorum.
Bu düşünceler yıllarca çalıştığım figürlerden ortaya çıkardığım bir dans gösterisi. Sahnede dans ediyorum, attığım adımlardan emin, sergilediğim gösteriye sonuna kadar güveniyorum, tek eksiğim ise sadece “biraz ışık”. Görülmek istiyorum.